Ahmet Orhan - 22 Mayıs 2010 2009-2010 futbol sezonundan aklımızda bir yanlış anons, yanan bir Şükrü Saraçoğlu, Fenerbahçe’nin tek büyük (!) takım olduğu ve Rüştü’nün telefonuna hâkim olamadığı kaldı. Her sezonun sonunda Fenerbahçe, şampiyon olsa da olmasa da mutlaka kendisinden söz ettirecek bir hamle yapıyor mutlaka. Bu biraz Aziz Yıldırım klasiği. Kazandığı zaman itaate davet eden, kaybettiğinde ise sataşan bir klasik.
3 ana başlıkta toplanabilir Yıldırım’ın konuşması, i) İstifa etmiyorum, ii) M. Gökçek ve F. Çelik spora siyaset karıştırıyorlar, iii) Rüştü bir tele-teşvik çetesine üye.
Bir kulübün başkanı, futbol takımı ikinci oldu diye istifa ediyorsa, orada bir şeyler ters gidiyor demektir. Hele ki, diğer branşlarda neredeyse tulum çıkaran bir camianın başkanı bırakın istifa etmeyi, yılın spor adamı seçilmeliydi. Ama olamıyor işte. Kibir her zaman, her yerde itici oluyor.
Gökçek ve Çelik’in spora siyaset karıştırdıkları iddiası da ilginç. Siyasi kimliği olan bir kişinin lig maçları üzerine görüş bildirmesi, spora siyaset karıştırmak değildir. Ayrıca spor siyasetten bağımsız da değildir. Yıldırım’ın başkanı olduğu Kulüpler Birliği, Federasyon ve yayıncı kuruluşla müzakere etmek, kulüplerin çıkarlarını korumak için siyaset yapmak amacıyla kurulmuştur. Yıldırım’ın hafta içi örneğini gördüğümüz açıklaması gibi, pek çok yöneticinin zaman zaman düzenlediği basın toplantılarında siyaset yapılır. Siyaset sadece Meclis’le ve siyasi partilerle sınırlı değildir. Gökçek’in hafriyat ihalesini Keçiörengücü ve Ankaraspor’a çıkar sağlamak için ihale ettiği iddiası mahkeme tarafından takipsizlik kararıyla sonuçlandı. Beğenin ya da beğenmeyin ortada mahkeme kararı ver ve siz bir kulüp başkanısınız. Tamamlanmış bir adli sürece sporu alet etmemelisiniz.
Rüştü konusu ise gerçekten tüy diken cinsten. Başkan eski futbolcusunun rakipleri cesaretlendirmesine içerlemiş olabilir ve bu serzenişini bir biçimde kamuoyuyla paylaşmak isteyebilir elbette. Ama bu paylaşım, bu kadar önemli bir basın toplantısında olursa, orada gündemi saptırmak adına bir futbolcuyu aslanların önüne atmakta beis görmeyen muhteris bir fotoğraf vermiş olursunuz.
Oysa kaybetmeyi bilmek, büyüklükten gelir. Özhan Canaydın gibi rakibi alkışlamak, Süleyman Seba gibi “ikinciliğimiz de şereflidir” diyebilmek önemlidir.
Biz Cumhuriyet’in sürekli kaybeden çocukları olduğumuz için belki, kayıplarımız ardından yürüttüğümüz mücadelenin onurunu ve vakarını önemsediğimiz için belki de; kaybetmeyi sindiremeyen insanları hoş göremiyoruz. Üçer beşer ayda bir madenlerde kaybediyoruz. Fabrikalarda, tarlalarda hep hükmen mağlubuz. Direniş çadırlarını kurduğumuzda ise maça zaten yenik başlıyoruz. Ama bu mücadelenin gelecek kuşaklara ışık tutmasını; bir gurur kaynağı olmasını istiyoruz. Çirkefin üzerine güzel bir dünya inşa edilemeyeceğini düşünüyoruz.
Mustafa Dermanlı Salı günleri yazdığı o güzel yazılarından birisinde İbrahim Varlı’dan aktararak, Schalke 04 yöneticilerinin bir uygulamasından söz etmişti: “… transfer olan yeni ve eski futbolcular sezon başında hep birlikte bir maden ocağına indiriliyorlar. Çünkü bölgenin geçim kaynağı maden ocakları ve işçilerin, ailelerin gelirleri bu ocaklardan elde ediliyor. Milyon dolarlık ücretlerle takıma gelen o futbolcular bir bir maden ocağına inip ellerine kazma kürek alıp, işçilerle birlikte bir gün boyunca orada çalışıyorlar. Paranın nasıl kazanıldığını, çalışma şartlarını, aynı bölgede yaşayan diğer insanların nasıl geçindiklerini bu şekilde öğrenmiş oluyorlar”.
Onlar insanların nasıl para kazandıklarını öğrenmiş oluyorlar; ama Türkiye’deki baronlar nasıl kaybettiğimize yabancılar. Kaybetmek işin doğasında var. Samuel Becket’in dediği gibi: “Denedin kaybettin. Yine dene, yine kaybet; ama daha güzel kaybet”.
3 ana başlıkta toplanabilir Yıldırım’ın konuşması, i) İstifa etmiyorum, ii) M. Gökçek ve F. Çelik spora siyaset karıştırıyorlar, iii) Rüştü bir tele-teşvik çetesine üye.
Bir kulübün başkanı, futbol takımı ikinci oldu diye istifa ediyorsa, orada bir şeyler ters gidiyor demektir. Hele ki, diğer branşlarda neredeyse tulum çıkaran bir camianın başkanı bırakın istifa etmeyi, yılın spor adamı seçilmeliydi. Ama olamıyor işte. Kibir her zaman, her yerde itici oluyor.
Gökçek ve Çelik’in spora siyaset karıştırdıkları iddiası da ilginç. Siyasi kimliği olan bir kişinin lig maçları üzerine görüş bildirmesi, spora siyaset karıştırmak değildir. Ayrıca spor siyasetten bağımsız da değildir. Yıldırım’ın başkanı olduğu Kulüpler Birliği, Federasyon ve yayıncı kuruluşla müzakere etmek, kulüplerin çıkarlarını korumak için siyaset yapmak amacıyla kurulmuştur. Yıldırım’ın hafta içi örneğini gördüğümüz açıklaması gibi, pek çok yöneticinin zaman zaman düzenlediği basın toplantılarında siyaset yapılır. Siyaset sadece Meclis’le ve siyasi partilerle sınırlı değildir. Gökçek’in hafriyat ihalesini Keçiörengücü ve Ankaraspor’a çıkar sağlamak için ihale ettiği iddiası mahkeme tarafından takipsizlik kararıyla sonuçlandı. Beğenin ya da beğenmeyin ortada mahkeme kararı ver ve siz bir kulüp başkanısınız. Tamamlanmış bir adli sürece sporu alet etmemelisiniz.
Rüştü konusu ise gerçekten tüy diken cinsten. Başkan eski futbolcusunun rakipleri cesaretlendirmesine içerlemiş olabilir ve bu serzenişini bir biçimde kamuoyuyla paylaşmak isteyebilir elbette. Ama bu paylaşım, bu kadar önemli bir basın toplantısında olursa, orada gündemi saptırmak adına bir futbolcuyu aslanların önüne atmakta beis görmeyen muhteris bir fotoğraf vermiş olursunuz.
Oysa kaybetmeyi bilmek, büyüklükten gelir. Özhan Canaydın gibi rakibi alkışlamak, Süleyman Seba gibi “ikinciliğimiz de şereflidir” diyebilmek önemlidir.
Biz Cumhuriyet’in sürekli kaybeden çocukları olduğumuz için belki, kayıplarımız ardından yürüttüğümüz mücadelenin onurunu ve vakarını önemsediğimiz için belki de; kaybetmeyi sindiremeyen insanları hoş göremiyoruz. Üçer beşer ayda bir madenlerde kaybediyoruz. Fabrikalarda, tarlalarda hep hükmen mağlubuz. Direniş çadırlarını kurduğumuzda ise maça zaten yenik başlıyoruz. Ama bu mücadelenin gelecek kuşaklara ışık tutmasını; bir gurur kaynağı olmasını istiyoruz. Çirkefin üzerine güzel bir dünya inşa edilemeyeceğini düşünüyoruz.
Mustafa Dermanlı Salı günleri yazdığı o güzel yazılarından birisinde İbrahim Varlı’dan aktararak, Schalke 04 yöneticilerinin bir uygulamasından söz etmişti: “… transfer olan yeni ve eski futbolcular sezon başında hep birlikte bir maden ocağına indiriliyorlar. Çünkü bölgenin geçim kaynağı maden ocakları ve işçilerin, ailelerin gelirleri bu ocaklardan elde ediliyor. Milyon dolarlık ücretlerle takıma gelen o futbolcular bir bir maden ocağına inip ellerine kazma kürek alıp, işçilerle birlikte bir gün boyunca orada çalışıyorlar. Paranın nasıl kazanıldığını, çalışma şartlarını, aynı bölgede yaşayan diğer insanların nasıl geçindiklerini bu şekilde öğrenmiş oluyorlar”.
Onlar insanların nasıl para kazandıklarını öğrenmiş oluyorlar; ama Türkiye’deki baronlar nasıl kaybettiğimize yabancılar. Kaybetmek işin doğasında var. Samuel Becket’in dediği gibi: “Denedin kaybettin. Yine dene, yine kaybet; ama daha güzel kaybet”.
Yorumlar
Yorum Gönder