Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Nisan, 2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

AlKaraKartal'dan devam!

Michael Kohlhaas, Beşiktaş taraftarı ve 1 Mayıs

Ahmet Orhan - 1 Mayıs 2010 Michael Kohlhaas bir futbolcu değil. Teknik direktör ya da yönetici de değil. Kısacası Michael Kohlhaas’ın futbolla hiçbir ilgisi yok. O, 16. Yüzyılda Almanya’da yaşamış bir at yetiştiricisinden başka bir şey değil. Heinrich von Kleist, Kohlhaas’ın hikâyesini 19. Yüzyılda kitaplaştırmış ve ondan haberdar olmamızı sağlamıştı. Kısaca özetlemek gerekirse, yetiştirdiği iki ata Saksonya Prensi tarafından el konması sonucunda Kohlhaas, mahkemeye başvurarak atlarının iadesini ister; ama hukuk bir seyisin değil, derebeylerinin hukukudur. Atlarını geri alabilmek için müthiş bir mücadeleye girişen Kohlhaas için giderek atların bir önemi kalmaz. O artık saf adalet için sürdürür mücadelesini. Saksonya’yı bir yangın yerine çevirir. Adalet duygusu zedelenen bir insanın neler yapabileceğinin güzel bir örneğidir, Kohlhaas hikâyesi. İlkesel değerlerin gündelik çıkarlardan üstünlüğünü ve ilkeler için mücadelenin önemini hatırlatır bize. Ben hikâyeyi önce Çok Eski Adıyladır ki

Bilica olamıyorum!

Ahmet Orhan - 24 Nisan 2010 Ağır kaçmasından biraz korkarak derin bir düşünürden bir alıntıyla başlayıp sonra hemen “sığ” sularımıza dönmek istiyorum. Döneceğime söz veriyorum. “Yazarken, kadın-olunur, hayvan ya da bitki-olunur, algılanamaz olana dek molekül-olunur.” 20 yüzyılın en büyük düşünürlerinden birisi olan, evrensel göçebe, Gilles Deleuze böyle buyuruyor. Elbette bu yazar-olma halini büyük harflerle Edebiyat yazarları için söylüyor Deleuze. “Sığ” sularımızdan başımızı kaldırıp büyük yıldızlara bakarken bile bu güzel söz üzerine kafa yorma hakkımız var herhalde. Üstadın bu sözünün duygudaşlık (empati) kurabilmekten demir alıp engin ufuklara yelken açtığını düşünürsek; yazarın, konu edindiği özne ya da nesneyle arasındaki tüm duvarları yıkabilme yeteneğine vurgu yaptığını söyleyebiliriz. Benim bu yazıdaki konu alanım da Bilicagiller olacak. Bilicagillerin adları değişiyor. Emre oluyor, Lugano oluyor, Keita oluyor, Volkan oluyor. Oluyor da oluyor. Takım ayırt ermiyorlar, onları

Protesto nasıl yapılmaz?

Ahmet Orhan - 17 Nisan 2010 Geçtiğimiz haftanın önemli konularından birisi Galatasaray tribünlerinin 90 dakikaya yayılan sesli-sessiz protestosuydu. Cimbom tribünlerinin yarısı önüne geleni ıslıklarken bir bölümü de protestocuları protesto ediyordu. Messi’nin Mecidiyeköy şubesi olan Arda, bu protestolara en çok maruz kalan ve buna en çok içerleyen topçuydu. Yöneticisinden hocasına, futbolcusundan malzemecisine kadar tek bir özne olan futbol takımında bir ya da iki topçunun özel olarak protesto edilmesini doğru bulmasam da eğer bir tribünde feryat varsa, öncelikle feryat sahibinin haklı olabileceğini düşünenlerdenim. Vardır bir nedeni, diyerek sonraki haberleri izleyip kendimce bir sonuca ulaşmayı denerim. Galatasaray – Diyarbakırspor maçı biter bitmez, ekrandaki yorumcuların bu protestoları değerlendirme biçimi beni, sonraki haberleri beklemeden doğrudan taraf yaptı. Bundan aylar önce bir blogda yazdığım yazıyı yeniden hatırladım. Beşiktaş – Denizlispor maçında Beşiktaş taraftarının y

Hepimiz aldatıyoruz

Ahmet Orhan - 10 Nisan 2010 Yıllardır aynı yastığa baş koyduğu hayat yoldaşını her fırsatta aldatan eşler gibiyiz hepimiz. Gönül verdiğimiz renkleri annemizin liginde bırakıp, her fırsatta La Liga’ya ya da Premier Lig’e kilitleniyoruz, şehvetle. Hatta işi biraz daha ileri götürüp Arjantin ve Brezilya liglerine dadananların sayısı da artıyor her geçen gün. Erkek ya da kadın hiçbir eşin aldatılmayı hak etiğini düşünmüyorum; ancak ligimiz, aldatılmayı fazlasıyla hak ediyor bence. Puanı oyunun önüne koyan, taktiği sadece puantajda düşünebilen, strateji diye bir sözcüğü lügatine dahi almayan bir ligden söz ediyoruz. Geçtiğimiz haftalarda izlediğimiz Galatasaray-Fenerbahçe derbisi bunun en iyi örneğiydi. Piyasa değerleri yaklaşık 150 milyon Euro’ya varan iki takım futbol oynamamak için çabalayadursun, aşağı yukarı aynı değere sahip iki Fransız takımı Lyon ve Bordo Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final oynadılar. Bizdeki futbol baronları, kalıcı başarının ‘parayı bastırıp en iyisini getirmek’ten

Haddini bil, hizaya gel!

Ahmet Orhan - 3 Nisan 2010 Milliyetçiliğin açık bir biçimde, öz değerlendirmeyi sakil bırakan bir körlük olduğunu hemen her gün hatırlatan birkaç durumla karşı karşıya geliyorum. Esnaf ve eş dost sohbetlerinde, ana haber ve gazete manşetlerinde, yerli dizi ve filmlerde, maç anlatımları ve yorumlarında, yani yaşam alanımın her bir noktasında. Matteo Ferrari, hem de federasyonun dergisinde ne demiş? Türkiye futbolunda taktik yok, demiş. Okuyucusunun milli şuuruna olan inancı zayıf olan Fotomaç da bu söyleşiyi aktarırken, hem Ferrari’yi hem de okuru, hizaya davet etmiş manşette: “Haddini Aştı”. Hani söyleşiden yola çıkıp bir yorum yazmış olsa, içim yanmayacak. Öyle ya da böyle bir görüş sergilemiş, manşetteki iddiasını temellendirmiş, diyeceğim. Oysa detayda, Tam Saha dergisinde yayımlanan söyleşiyi olduğu gibi aktarmış gazetemiz. Türkiye Karması’nın savunma göbeğini oluşturan Servet ve Gökhan Zan’ın nasıl bir taktik çerçevesinde oynadığı anlatabilirdi hâlbuki. Yaradana sığınıp topa aban