Ahmet Orhan - 15 Mayıs 2010 Elinizden düşüremediğiniz kitaplar mutlaka olmuştur. Bir yandan büyük bir iştahla okur bir yandan da kalan sayfalara bakıp hızla bitecek olmasına hayıflanırsınız. Hep onunla olmak istersiniz; ama çevirdiğiniz her sayfanın sizi ayrılığa biraz daha yakınlaştırdığını bilirsiniz. Çok muhabbetin tez ayrılık getirdiği, hepimizin kulağında bir miras olarak çınlasa da içimizdeki muhibbin dur durak bilesi yoktur.
Bir kez daha 9 kısımdan 34 bölümlük lig kitabının sonuna geldik işte. Son sayfayı bugün ve yarın çevirmiş olacağız. Sonra Ağustos’a kadar “eşini gaip eyleyen bir kuş” gibi, dut yemiş de susmuş bir bülbül gibi kalakalacağız ortada. Türlü şikayetler ettiğimiz sevgilimizden üç gün ayrı kalınca nasıl özlüyor ve nasıl koşup dizlerine başımızı yaslamak istiyorsak…
Ligin sonuna geldik. Dünya kupası bizi biraz oyalayacak olsa da pazartesi günleri bundan sonra gerçek birer sendrom. Bize her hafta çok bilmiş bir golcü, bir kaleci, bir teknik direktör olma hazzı yaşatan o pazartesi günlerini rafa kaldıracağız artık. Sigarayı bırakmış müptelalar gibi ellerimiz titreyecek, kendimizi tatillerle avutmaya çalışacağız. Nasılsın diye soranlara “eh işte!” diye yanıt vereceğiz. Kimse anlayamayacak biz müptelaların gerçek sıkıntısını. İdare edeceğiz, transfer haberleriyle oyalayacağız kendimizi. Ortaya atılan iddiaların yüzde yüz sıfır çekeceğini bilsek de, “iyi topçu”, “yok o adam yaramaz”, “hayatta gelmez” yollu sohbetlere yarım ağızla bile olsa katılmaktan alıkoyamayacağız kendimizi. Ama hiç bir şey yerini tutamayacak tribünlerdeki coşkumuzun, puan cetveli üzerindeki etütlerimizin.
Bu durgunluk mevsiminde dönüp geçen sezonun bir muhakemesini de yapacağız elbette. Büyük rakiplere karşı galibiyeti getiren golü atan topçularımızı anacağız. Genç bir futbolcunun girdiği pozisyonda sakatlandığı anı fibula kemiğimizde hissedeceğiz yeniden. Canımızı yakan hakemleri hatırlayacağız. Bizi sevindiren hakemleri hatırladığımız gibi. Ofsayttan yediğimiz gole kahrolup, ofsayttan attığımız gol için utanacağız biraz. Verilmeyen penaltımıza kahredip, aleyhimize çalınmayan düdük için sessiz kalmamıza utandığımız gibi biraz. Hocalarımızın teknik tercihlerini anacağız. Maçı kaybettiğimizde yedek kulübesine, kazandığımızda ise sahadaki on bire dikkat kesilen bakış açımızla hesaplaşacağız.
Yarın akşam göreceğiz ki %49 Bursaspor, %51 Fenerbahçe şampiyon olacak. %51 ihtimalle, geçen senelerdeki gibi “sıradan” bir şampiyonumuz olacak. Bursaspor’un şampiyonluğu gerçekleşirse İslam Çupi’nin deyimiyle “Yeşil Çimen İhtilalcıları” kazanmış olacak. Her ihtilalda olduğu gibi bir ayıbı, Diyarbakırspor ayıbını hançeresinde taşıyarak.
İpi kim göğüslerse göğüslesin, 18 eksi bir takımlı sezonun ardından iletilecek teşekkürlerimiz olacak. Öncelikle 33 hafta sahada ter döken futbolculara. Sonra teknik ekibe, hakem camiasına, kulübe ve itidalli medyaya. Ama olmazsa olmaz taraftara…
Yamalı meşinden bir topla sevmiştik çünkü biz bu oyunu. Saftık ve dünyada sadece iyi olanların kazanacağına olan inancımız tamdı. Ama büyüdükçe anladık ki futbol, çay bahçesine gelmeye zor ikna ettiğimiz bir sevgili gibi. Ona “üşüyorsun, ceketimi al / günün en güzel saatleri bunlar, yanımda kal” diyoruz; ama gidiyor işte ara ara. Sevgilisi tarafından 34 haftada bir terk edilen taraftar koca bir alkışı hak ediyor gerçekten. Hem de her geçen yıl, sevgilisiyle buluştuğu çay bahçesi önce cafe oluyor, sonra patisserie, sonra bilmem ne! Neymiş, marka değeri yükseliyormuş. Marka’yı kulüp başkanlarıyla beraber Boğaz’da bir tekne sefasında yükseltin isterseniz. Bizi, çay bahçemizde, bizimle bırakın lütfen!
Bir süre ayrılık acısı yaşamak istiyoruz.
Bir kez daha 9 kısımdan 34 bölümlük lig kitabının sonuna geldik işte. Son sayfayı bugün ve yarın çevirmiş olacağız. Sonra Ağustos’a kadar “eşini gaip eyleyen bir kuş” gibi, dut yemiş de susmuş bir bülbül gibi kalakalacağız ortada. Türlü şikayetler ettiğimiz sevgilimizden üç gün ayrı kalınca nasıl özlüyor ve nasıl koşup dizlerine başımızı yaslamak istiyorsak…
Ligin sonuna geldik. Dünya kupası bizi biraz oyalayacak olsa da pazartesi günleri bundan sonra gerçek birer sendrom. Bize her hafta çok bilmiş bir golcü, bir kaleci, bir teknik direktör olma hazzı yaşatan o pazartesi günlerini rafa kaldıracağız artık. Sigarayı bırakmış müptelalar gibi ellerimiz titreyecek, kendimizi tatillerle avutmaya çalışacağız. Nasılsın diye soranlara “eh işte!” diye yanıt vereceğiz. Kimse anlayamayacak biz müptelaların gerçek sıkıntısını. İdare edeceğiz, transfer haberleriyle oyalayacağız kendimizi. Ortaya atılan iddiaların yüzde yüz sıfır çekeceğini bilsek de, “iyi topçu”, “yok o adam yaramaz”, “hayatta gelmez” yollu sohbetlere yarım ağızla bile olsa katılmaktan alıkoyamayacağız kendimizi. Ama hiç bir şey yerini tutamayacak tribünlerdeki coşkumuzun, puan cetveli üzerindeki etütlerimizin.
Bu durgunluk mevsiminde dönüp geçen sezonun bir muhakemesini de yapacağız elbette. Büyük rakiplere karşı galibiyeti getiren golü atan topçularımızı anacağız. Genç bir futbolcunun girdiği pozisyonda sakatlandığı anı fibula kemiğimizde hissedeceğiz yeniden. Canımızı yakan hakemleri hatırlayacağız. Bizi sevindiren hakemleri hatırladığımız gibi. Ofsayttan yediğimiz gole kahrolup, ofsayttan attığımız gol için utanacağız biraz. Verilmeyen penaltımıza kahredip, aleyhimize çalınmayan düdük için sessiz kalmamıza utandığımız gibi biraz. Hocalarımızın teknik tercihlerini anacağız. Maçı kaybettiğimizde yedek kulübesine, kazandığımızda ise sahadaki on bire dikkat kesilen bakış açımızla hesaplaşacağız.
Yarın akşam göreceğiz ki %49 Bursaspor, %51 Fenerbahçe şampiyon olacak. %51 ihtimalle, geçen senelerdeki gibi “sıradan” bir şampiyonumuz olacak. Bursaspor’un şampiyonluğu gerçekleşirse İslam Çupi’nin deyimiyle “Yeşil Çimen İhtilalcıları” kazanmış olacak. Her ihtilalda olduğu gibi bir ayıbı, Diyarbakırspor ayıbını hançeresinde taşıyarak.
İpi kim göğüslerse göğüslesin, 18 eksi bir takımlı sezonun ardından iletilecek teşekkürlerimiz olacak. Öncelikle 33 hafta sahada ter döken futbolculara. Sonra teknik ekibe, hakem camiasına, kulübe ve itidalli medyaya. Ama olmazsa olmaz taraftara…
Yamalı meşinden bir topla sevmiştik çünkü biz bu oyunu. Saftık ve dünyada sadece iyi olanların kazanacağına olan inancımız tamdı. Ama büyüdükçe anladık ki futbol, çay bahçesine gelmeye zor ikna ettiğimiz bir sevgili gibi. Ona “üşüyorsun, ceketimi al / günün en güzel saatleri bunlar, yanımda kal” diyoruz; ama gidiyor işte ara ara. Sevgilisi tarafından 34 haftada bir terk edilen taraftar koca bir alkışı hak ediyor gerçekten. Hem de her geçen yıl, sevgilisiyle buluştuğu çay bahçesi önce cafe oluyor, sonra patisserie, sonra bilmem ne! Neymiş, marka değeri yükseliyormuş. Marka’yı kulüp başkanlarıyla beraber Boğaz’da bir tekne sefasında yükseltin isterseniz. Bizi, çay bahçemizde, bizimle bırakın lütfen!
Bir süre ayrılık acısı yaşamak istiyoruz.
Yorumlar
Yorum Gönder