Ana içeriğe atla

AlKaraKartal'dan devam!

Michael Kohlhaas, Beşiktaş taraftarı ve 1 Mayıs

Ahmet Orhan - 1 Mayıs 2010 Michael Kohlhaas bir futbolcu değil. Teknik direktör ya da yönetici de değil. Kısacası Michael Kohlhaas’ın futbolla hiçbir ilgisi yok. O, 16. Yüzyılda Almanya’da yaşamış bir at yetiştiricisinden başka bir şey değil. Heinrich von Kleist, Kohlhaas’ın hikâyesini 19. Yüzyılda kitaplaştırmış ve ondan haberdar olmamızı sağlamıştı.

Kısaca özetlemek gerekirse, yetiştirdiği iki ata Saksonya Prensi tarafından el konması sonucunda Kohlhaas, mahkemeye başvurarak atlarının iadesini ister; ama hukuk bir seyisin değil, derebeylerinin hukukudur. Atlarını geri alabilmek için müthiş bir mücadeleye girişen Kohlhaas için giderek atların bir önemi kalmaz. O artık saf adalet için sürdürür mücadelesini. Saksonya’yı bir yangın yerine çevirir. Adalet duygusu zedelenen bir insanın neler yapabileceğinin güzel bir örneğidir, Kohlhaas hikâyesi. İlkesel değerlerin gündelik çıkarlardan üstünlüğünü ve ilkeler için mücadelenin önemini hatırlatır bize. Ben hikâyeyi önce Çok Eski Adıyladır kitabından okumuş, ardından da Ece Ayhan’ın kendisinden dinlemiştim, “devletle yaralanmak” ifadesini kullanıyordu bu durumu anlatmak için.

Gerçek bir MHK utancı olan Fenerbahçe-Beşiktaş maçının ardından, geçen hafta İnönü Stadyumu’nu dolduran on binlerce Beşiktaşlı, 90 dakika boyunca şampiyonluktan “alıkonulmalarına” sayıp sövdü. Bu süreçte sorumluluk taşıdığını düşündükleri herkesin hatırını sordular sırasıyla. Tribün keyfinin futbolun güzelliğini tamamladığına inanan bir futbolsever olarak, 90 dakika boyunca sinkaflar işitmekten çok hoşnut olmadığımı söylemeliyim. Öte yandan adalet duygusu Federasyon tarafından zedelenmiş, yaralanmış olan bunca insanın tepkisini “küfür” konsepti içine hapsetmenin de doğru olmayacağını düşünüyorum. Üst üste üç maçta üç net penaltısı verilmeyen bir takımın taraftarlarının öfke duyması doğal olsa gerek. Ernst ve Toroman’ın belki de faul bile yokken oyundan atılmaları da öfke uyandırabilir. Ancak gündemin göbeğine oturan Bilica ve Emre herhangi bir ceza almazken, Ernst’in iki (sonradan bire düşürüldü), Toroman’ın ise bir maç ceza alması kaçınılmaz olarak bu öfkenin üzerine adalet duygusunun zedelenmesini de getirir. Bir “Saksonya Prensi” tüm mahkemeleri etki altında bulunduruyorsa, küfür-kâfir kadar tartışılması gereken bir başka gerçeği de gündemde tutmak gerekiyor. Federasyon kimin hizmetinde sorusunu başkanından, kurullarından, yürütücülerinden soyutlayarak sistem sorunu olarak ele almak kaçınılmaz görünüyor.
Koltukların kimler tarafından işgal edildiğinin bir önemi yok aslında. O koltukların malzemesi, salonlardaki konumu ya da oraya hangi zihniyetin sonucu olarak yerleştirildiği, sorunun ta kendisi. Oğuz Sarvan “Saksonya”lı mıdır? Ya Mahmut Özgüner? Sanmıyorum, ama oturdukları koltuklar dönem dönem “Saksonya”lı ya da “Bavyera”lı olabiliyor. Ama o koltuklar asla Diyarbakırlı ya da Eleşkirtli olamıyor. Bu, malzemenin doğasına aykırı çünkü. Tıpkı yasama ve yürütmenin, yargının koltuklarının sıkça renk değiştirebildiği gibi. Alaca bulaca olabilen omurgasız koltuklar. “Karaşın Halk Çocukları”nın rengine tesadüf etmediğimiz ve edemeyeceğimiz çok açık bu kurulumda. Bireyler yerine çıkar gruplarını muhatap alan bu çoğulcu demokrasi oyununda üst yapının, en fazla çıkara sahip gruplara göre ayarlanması kaçınılmaz bir sonuç oluyor elbette. Yaşam kurgularını çıkar üzerine değil; hakkaniyet üzerine kuran insanlar ise sürekli mağdur oluyorlar bu sistemde. Haklarını aramak istediklerinde ya görmezden geliniyorlar ya da terörist muamelesi görüyorlar. Sistemli olarak adalete olan inançlarının zedelenmesi amaçlanıyor. Çünkü çoğu kez bu zedelenme insanları çaresizlik duygusuyla boş vermişliğe yönlendiriyor. “Yorgun demokrat”lar yaratıyor. Ya da birer Kohlhaas’a dönüşmeleri bekleniyor. İnönü sinkaftan, Diyarbakır taşlardan yıkılıyor. Böylece tepelerine binmek için fırsat doğmuş oluyor.

Bugün 1 Mayıs. İşçilerin 32 yıl sonra geri alınan Taksim’de sahne alacağı gün. Adalet duyguları hükümet ve bizzat sendikaları tarafından zedelenmiş Tekel işçilerinden bazıları belki de hayatlarında ilk kez alanlarda olacak. Beşiktaş tribünlerinin “Gündoğdu” marşını söylerken yaptıkları gibi mücadele ve dayanışma için kalkacak yumruklar. Evde, okulda, tarlada, fabrikada ve tribünlerde “sistemle yaralanmış”, adalet duyguları zedelenmiş yüz binlerle birlikte bir parça olsun güvende hissedeceğiz kendimizi. Umarım biber gazları ve coplarla yaralanmadan, Saksonya prenslerinin bizlerden çaldığı atların altında ezilmeden.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Revivo ve Ashdod FC

Ahmet Orhan - 5 Haziran 2010 Yükü insani yardım ve 9 ölü olan Mavi Marmara, İsrail SAT komandoları tarafından limana çekilmeden önce Ashdod diye bir kentin adını hiç duymamıştım. O kentin Ashdod FC adında bir futbol takımı olduğunu ve Haim Revivo’nun, doğduğu bu kentin takımında, şimdi non-executive director olduğunu da hiç bilmiyordum. Bu sezon Maccabi Hayfa’nın 77 puanla şampiyon olarak tamamladığı ligde Ashdod, 43 puanla 6. sırada bitirdi. Sadece mavi renklere sahip olan kulübün içerdeki maçlarını sarı kırmızılı forma ile oynamaya başlamasını Revivo’nun kulüpteki varlığına bağlayanlar var. Ashdod takımı 27 kişilik kadrosunda Bosna Hersek, Hırvatistan, Uruguay, Rusya, Sırbistan, Kamerun, Etiyopya, Fransa ve Bulgaristan’dan oyuncular bulunduruyor. 2004-2005 yılında en parlak sezonunu yaşayan takım UEFA Kupası’na katılma hakkını elde etti. Toto kupasında ise finale kadar yükselseler de penaltı vuruşları sonucunda Slovenya takımına kaybettiler. Mustafa Denizli Fenerbahçe’deki kariyerin

Fevzi’nin kaleci kazağı ve bir veda

Ahmet Orhan - 2 Ekim 2010 28 Ekim 2001’de Beşiktaş, Denizlispor deplasmanına giderken dört galibiyet, iki beraberlik ve üç mağlubiyetle ağır bir kriz sürecinde seyrediyordu. Daha bir hafta önce İnönü’de 2-0 öne geçtiği Galatasaray karşısında galibiyeti koruyamamış ve 2-2’ye tekabül eden tek puanla yetinmek zorunda kalmıştı. Kaleyi Fevzi Tuncay korumuştu. Denizli deplasmanında maçın henüz beşinci dakikasında bir hafta önce Galatasaray’dan yediği golün bir kopyasını yedi Fevzi. 21. dakika geldiğinde Fevzi, yandan gelen bir antrenman topunu iki eliyle tutup içeriye aldı: 2-0. O dakikalar, futbol izleyicisi olarak benim ve belki de tüm ülke futbolseverlerinin yüreklerini ezen sahnelere sahip oldu. Yaptığı hatanın faturasını kendisine kesmek isteyen Fevzi kafasını direklere vuruyordu. İkinci yarı Beşiktaş önce Bayram’ın sonra da İlhan Mansız’ın golleriyle eşitliği sağladı. Gol sevincini içine giydiği 22 numaralı Fevzi’nin kaleci kazağını göstererek yaşayan İlhan, hepimizin gözlerini

Sevgili Hrant Ağabey

Ahmet Orhan - 16 Ocak 2010 Üç yıl oldu, diyorlar. Doğrudur. Ala güvercin kanatlarını çırpıp göğe ağışının üçüncü yılı. Yokluğun hakkında konuşurken etnik meseleye dokunmayan birisini görsem, gidip öpesim geliyor. Ah bir görsem! Bu yüzden Türkiye ve Ermenistan karmalarının Erivan ve Bursa’daki maçlarından söz etmeyeceğim. Taksimspor formalı fotoğrafına bakıyorum arada sırada. Üç çubuklu formayla dimdik duruşunu seviyorum. Hani nasıl her bir dakika Türk olduğumu hatırlamıyor ve bunu kendime söylemiyorsam; senin Ermeniliğini de sürekli aklımda tutmuyorum. Ama yine de Taksimspor’un web sayfasında gezinirken şu satırlarda adını arıyorum: “Taksimspor, bünyesinde Lefter Küçükandoniadis, Garbis İstanbulluoglu, Varujan Arslanyan, Yervant Balci, Mehmet Özgül, Agop Yakar, Minas Asa ve Garo Hamamciyan gibi birçok sporcu yetiştirmiştir.” Kendimi avutuyorum sonra, sadece sporcuları yazmışlar “ünlü”leri de yazsalardı kesin senin adını da anarlardı. Sonra bir tokat gibi patlıyor suratımda bir adın yo