Ana içeriğe atla

AlKaraKartal'dan devam!

Bilica olamıyorum!

Ahmet Orhan - 24 Nisan 2010 Ağır kaçmasından biraz korkarak derin bir düşünürden bir alıntıyla başlayıp sonra hemen “sığ” sularımıza dönmek istiyorum. Döneceğime söz veriyorum. “Yazarken, kadın-olunur, hayvan ya da bitki-olunur, algılanamaz olana dek molekül-olunur.” 20 yüzyılın en büyük düşünürlerinden birisi olan, evrensel göçebe, Gilles Deleuze böyle buyuruyor.

Elbette bu yazar-olma halini büyük harflerle Edebiyat yazarları için söylüyor Deleuze. “Sığ” sularımızdan başımızı kaldırıp büyük yıldızlara bakarken bile bu güzel söz üzerine kafa yorma hakkımız var herhalde. Üstadın bu sözünün duygudaşlık (empati) kurabilmekten demir alıp engin ufuklara yelken açtığını düşünürsek; yazarın, konu edindiği özne ya da nesneyle arasındaki tüm duvarları yıkabilme yeteneğine vurgu yaptığını söyleyebiliriz. Benim bu yazıdaki konu alanım da Bilicagiller olacak.

Bilicagillerin adları değişiyor. Emre oluyor, Lugano oluyor, Keita oluyor, Volkan oluyor. Oluyor da oluyor. Takım ayırt ermiyorlar, onları kabul edecek kadar hırstan gözü dönmüş her yöneticinin emrine giriveriyorlar. Sayıları çok fazla. Adları ve takımları ne kadar değişse de yaptıkları pek değişmiyor. Çaktırmadan tekme atıyorlar; ama attıkları tekme rakibin oyununu bozmaya değil canını almaya yönelik oluyor. Yere düşen rakip topçunun sırtını, baldırını, sanki istemeden olmuş gibi, çiğniyorlar. Kramponları ivmeleniyor hedefe yaklaşırken. Rakiplerinin topa girişlerinin tehlikeli olduğunu hissederlerse tekrar dirilmek üzere birkaç saniyeliğine ölüyorlar; ölecekmiş gibi can çekişiyorlar. Oysa rakipleri çoğu zaman onlara dokunmuyor bile. Korner bayraklarını tekmeliyorlar, hafriyat ihalesi almış kepçe operatörü gibi deşeliyorlar sahayı. Ya da topu kıçlarıyla stop ederek, rakip taraftarı ‘tahkir ve tezyif’ ediyorlar. Hak ettikleri cezayı alacak olurlarsa dünyanın en büyük haksızlığına uğramış mağdurlar gibi tepki gösteriyorlar. Yalancılar. İnandırıcı değiller ama. Bu halleri onları iyice antipatik yapıyor. Ben empati kurmaya çalıştıkça, onlar antipati andı içmiş gibi iyice sarılıyorlar içlerindeki paramiliter milise.

Hem de bunu Metin Oktay’ın, Aykut Kocaman’ın, Ertğrul Sağlam’ın liginde yapıyorlar. Bir futbolcunun, insanlık değerlerinin cisimleşmiş hali olabileceğini gösteren bu efsanelerin, sadece bu güzel oyuna katkı sunarak büyülediği tribünler önünde Bilica’laşıyorlar.

Zaman zaman hakemler tarafından ve her zaman yöneticileri tarafından kayrıldıkları için doğru yolda olduklarını düşünüyorlar. Arkalarında, kendilerine hareket çekilmiş “yandaş” medya yazarları da var. Şampiyonluk gerginliğinden ve bu gerginliği kaldırmanın çok zor olduğundan söz ediyorlar, sürekli. Tek bildikleri teknik taktik varyasyon Fatih Terim ‘ekolü! çünkü. Futbolcuyu kurulmuş bir zemberek gibi germeyi maharet sayıyorlar. Sahaya çıkıp zembereklerinden boşanmalarını da futbolcunun savaşkanlığıyla kutsuyorlar. Geçen sene yeryüzündeki tüm kupaları kaldıran Barcelona’nın Messi’si, Bojan’ı gencecikken bu gerginliği takmayabiliyorlar ama. Ya da bu gerginlik içlerinden bir caninin hortlamasına neden olmuyor. Fatih’in askerleri olmadan da kaldırabiliyorlar kupaları. Öte yandan yerli futbol baronları bizim Bilicagiller’i, gerginliklerini anlamamız ve hoş görmemiz gerektiğinden söz ediyorlar sürekli. Oysa onları anlaması ve düzeltmesi gereken psikologlara, psikiyatristlere o da olmazsa cinci hocalara ihtiyaçları var. Hoş görme konusunda ise kusura bakmasınlar, gaddarlığı hoş göremiyorum.

Eğer bir edebiyatçı-olsam, moleküler örgütlenmemi bir kadın gibi kurgulayarak o haleti ruhiye içinde yazabilirmişim gibi geliyor. Bir köstebeğin görmeyen gözlerine ayarlayabilirim sanki gözlerimi. Ya da bir ladin gibi açıp kollarımı, dağ başında rüzgârlara yoldaşlık edebilirmişim gibi hissediyorum, eğer yazar-olsam. Ama Bilica-olamıyorum yazarlık hayallerimde.

Sanki bu Bilicagiller’i moleküllerine ayırsak, genetik biyologlar için yeni bir çalışma alanı açılacak. Sanki bu Bilicagiller’i moleküllerine ayırsak ve onlar bir laboratuar hatası sonucu bir araya getirilemese bir türlü...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Revivo ve Ashdod FC

Ahmet Orhan - 5 Haziran 2010 Yükü insani yardım ve 9 ölü olan Mavi Marmara, İsrail SAT komandoları tarafından limana çekilmeden önce Ashdod diye bir kentin adını hiç duymamıştım. O kentin Ashdod FC adında bir futbol takımı olduğunu ve Haim Revivo’nun, doğduğu bu kentin takımında, şimdi non-executive director olduğunu da hiç bilmiyordum. Bu sezon Maccabi Hayfa’nın 77 puanla şampiyon olarak tamamladığı ligde Ashdod, 43 puanla 6. sırada bitirdi. Sadece mavi renklere sahip olan kulübün içerdeki maçlarını sarı kırmızılı forma ile oynamaya başlamasını Revivo’nun kulüpteki varlığına bağlayanlar var. Ashdod takımı 27 kişilik kadrosunda Bosna Hersek, Hırvatistan, Uruguay, Rusya, Sırbistan, Kamerun, Etiyopya, Fransa ve Bulgaristan’dan oyuncular bulunduruyor. 2004-2005 yılında en parlak sezonunu yaşayan takım UEFA Kupası’na katılma hakkını elde etti. Toto kupasında ise finale kadar yükselseler de penaltı vuruşları sonucunda Slovenya takımına kaybettiler. Mustafa Denizli Fenerbahçe’deki kariyerin

Fevzi’nin kaleci kazağı ve bir veda

Ahmet Orhan - 2 Ekim 2010 28 Ekim 2001’de Beşiktaş, Denizlispor deplasmanına giderken dört galibiyet, iki beraberlik ve üç mağlubiyetle ağır bir kriz sürecinde seyrediyordu. Daha bir hafta önce İnönü’de 2-0 öne geçtiği Galatasaray karşısında galibiyeti koruyamamış ve 2-2’ye tekabül eden tek puanla yetinmek zorunda kalmıştı. Kaleyi Fevzi Tuncay korumuştu. Denizli deplasmanında maçın henüz beşinci dakikasında bir hafta önce Galatasaray’dan yediği golün bir kopyasını yedi Fevzi. 21. dakika geldiğinde Fevzi, yandan gelen bir antrenman topunu iki eliyle tutup içeriye aldı: 2-0. O dakikalar, futbol izleyicisi olarak benim ve belki de tüm ülke futbolseverlerinin yüreklerini ezen sahnelere sahip oldu. Yaptığı hatanın faturasını kendisine kesmek isteyen Fevzi kafasını direklere vuruyordu. İkinci yarı Beşiktaş önce Bayram’ın sonra da İlhan Mansız’ın golleriyle eşitliği sağladı. Gol sevincini içine giydiği 22 numaralı Fevzi’nin kaleci kazağını göstererek yaşayan İlhan, hepimizin gözlerini

Sevgili Hrant Ağabey

Ahmet Orhan - 16 Ocak 2010 Üç yıl oldu, diyorlar. Doğrudur. Ala güvercin kanatlarını çırpıp göğe ağışının üçüncü yılı. Yokluğun hakkında konuşurken etnik meseleye dokunmayan birisini görsem, gidip öpesim geliyor. Ah bir görsem! Bu yüzden Türkiye ve Ermenistan karmalarının Erivan ve Bursa’daki maçlarından söz etmeyeceğim. Taksimspor formalı fotoğrafına bakıyorum arada sırada. Üç çubuklu formayla dimdik duruşunu seviyorum. Hani nasıl her bir dakika Türk olduğumu hatırlamıyor ve bunu kendime söylemiyorsam; senin Ermeniliğini de sürekli aklımda tutmuyorum. Ama yine de Taksimspor’un web sayfasında gezinirken şu satırlarda adını arıyorum: “Taksimspor, bünyesinde Lefter Küçükandoniadis, Garbis İstanbulluoglu, Varujan Arslanyan, Yervant Balci, Mehmet Özgül, Agop Yakar, Minas Asa ve Garo Hamamciyan gibi birçok sporcu yetiştirmiştir.” Kendimi avutuyorum sonra, sadece sporcuları yazmışlar “ünlü”leri de yazsalardı kesin senin adını da anarlardı. Sonra bir tokat gibi patlıyor suratımda bir adın yo