Ana içeriğe atla

AlKaraKartal'dan devam!

Hamdullah Uysal

Ahmet Orhan - 27 Şubat 2010 Yaklaşık 3 aydır cumartesi günleri bu sayfada futbol merkezli yazılar yazıyorum. Aslında futbol üzerinden hayatı, Türkiye’yi, dünyayı anlamaya, anlayabildiklerimi yorumlamaya çalışıyorum. Bundan iki hafta önce yoksulluğun pençesinde kıvranan ve Galatasaray formasıyla kazandığı UEFA madalyasını satışa çıkarmak zorunda kalan Alper Tezcan’dan söz etmiştim. O yazıda değinmediğim boyut TFF’nin Alper Tezcan ‘haber’ine yaklaşımıydı.

Perşembe günü ajanslara düşen başka bir haber ’en alttakiler’ ve onlarla ilgilenmesi gereken üst kurumlar arasındaki ilişkiyi bir kez daha içimizi parçalayarak yüzümüze vurdu. Perşembe sabahı namaza gitmek üzere direniş çadırından ayrılan Tekel işçisi Hamdullah Uysal, Mithatpaşa Caddesi’nde bir cipin altında kalarak can verdi. 73 gündür yatıp kalktığı çadırından yine her zamanki gibi sabah namazına gitmek için çıkmıştı. Hamdullah Uysal’ı 73 gün boyunca o çadırda kalmaya iten nedenlerin başında bugünkü hükümetin işçilere, hak ve özgürlüklere ters bakışı geliyor elbette. Oysaki bir toplum sözleşmesinin ürünü olarak kurulan devletin geçici idarecilerinin birincil görevi, o sözleşmeye konu olan toplumun güvenliğini, refahını ve geleceğini güvence altına almak olmalıydı.

Bu ülkede her gün binlerce insan ölüyor. Bu ölümlerin haber değeri taşıması için belli koşulları yerine getirmesi gerekiyor. Bir yoksulun ölümünün haber olabilmesi için ya toplumun dehşet duygularını ayağa kaldıran bir hikâyeye sahip olması ya ‘şehit’ olması ya da Başbakanlık önünde filan kendisini yakması gerekir.
Sanırım 2001 yılıydı. 21 yaşındaki Emre Belözoğlu sabah beş-beş buçuk sularında Eyüp Sultan’a giderken Merter’de bir işçiye çarparak ölümüne neden olmuştu. Ertesi günün haber başlıkları yaklaşık olarak şöyleydi: “Emre’nin Büyük Dramı”. Haberi Emre tarafından görüp manşete taşıyan gazetecinin ıskaladığı isim ise 37 yaşındaki beş çocuk babası Kadir Çetin idi. O gün medya, Emre ile ilgilenmeyi daha reytingli buldu.
Alper Tezcan olayında federasyon nasıl baş sorumluysa, Hamdullah Uysal’ın ölümünden de hükümet aynı derecede sorumludur. Genç bir futbolcunun, bir emekçi olarak geleceğini güvence altına almak yönünde hiçbir çaba sarf etmeyen bir federasyonun ülke futboluna ilişkin önemli projeleri hayata geçireceğine kimse inandıramaz beni. Hiddink de inandıramaz. Tıpkı bu hükümetin işçileri çadırlara mahkûm etmesinin ardından herhangi bir iyi işe imza atabileceğine inandıramayacağı gibi.
Tezcan ve Uysal daha ‘çağdaş’, ‘laik’, ‘ilerici’ bir ülkede yaşasınlar diye uğurlarına darbeler planlanan insanlar. Aynı biçimde bu darbelere maruz kalmasınlar, demokratik hakları ellerinden alınmasın diye savcıların özel yetkilerle donatıldıkları bir ülkenin yurttaşları. Ne Tezcan’ın ne de Uysal’ın fikri alınmadan girişilen bu kargaşa sırasında herkesin unuttuğu nokta ise öncelikle onların güvence içinde yaşatılması gerekliliği. Bir tanesi yoksulluğun ağır şartlarıyla boğuşuyor hala, diğeri ise haklarının gaspına karşı, yoksulluğa direnirken yaşamını kaybetti.
Bu kaybın ve yüz binlerce adı duyulmadık kayıpların sorumluluğunu taşıyan bir başka güç de Tekel direnişini kedi fare oyunu olarak algılayan ve öyle yansıtan medyadır. Merter’deki haberi “Emre’nin Büyük Dramı” olarak okuyan, sansasyon peşindeki medya, bu bakış açısının ödülünü Emre’nin yıllar sonra bir maç bitiminde basın tribününe yaptığı kol hareketiyle almıştı.
Hükümetle görüşme, polis saldırısı ya da bir ölüm gerçekleşmediği sürece Tekel işçilerinin direnişini görmeyen bir medyamız var. Satışlarını hafta sonlarındaki ‘life style’ eklerine endeksleyen bu kitlesel medya kâğıt israfıyla ormanları katlediyor, sendikasızlaştırma operasyonunda başı çekiyor (bkz ATV- Sabah emekçileri), taraftarları birbirine düşürmek için sürekli kışkırtıyor. Yandaş da olsa karşı gibi de dursa hepsinin birleştiği nokta, yeşil çayırlardan direniş çadırlarına, Alper’in madalyasından Hamdullah’ın tabutuna kadar, emek düşmanlığı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fevzi’nin kaleci kazağı ve bir veda

Ahmet Orhan - 2 Ekim 2010 28 Ekim 2001’de Beşiktaş, Denizlispor deplasmanına giderken dört galibiyet, iki beraberlik ve üç mağlubiyetle ağır bir kriz sürecinde seyrediyordu. Daha bir hafta önce İnönü’de 2-0 öne geçtiği Galatasaray karşısında galibiyeti koruyamamış ve 2-2’ye tekabül eden tek puanla yetinmek zorunda kalmıştı. Kaleyi Fevzi Tuncay korumuştu. Denizli deplasmanında maçın henüz beşinci dakikasında bir hafta önce Galatasaray’dan yediği golün bir kopyasını yedi Fevzi. 21. dakika geldiğinde Fevzi, yandan gelen bir antrenman topunu iki eliyle tutup içeriye aldı: 2-0. O dakikalar, futbol izleyicisi olarak benim ve belki de tüm ülke futbolseverlerinin yüreklerini ezen sahnelere sahip oldu. Yaptığı hatanın faturasını kendisine kesmek isteyen Fevzi kafasını direklere vuruyordu. İkinci yarı Beşiktaş önce Bayram’ın sonra da İlhan Mansız’ın golleriyle eşitliği sağladı. Gol sevincini içine giydiği 22 numaralı Fevzi’nin kaleci kazağını göstererek yaşayan İlhan, hepimizin gözlerini...

Futbolun Doğruları ve Delegasyon

Ahmet Orhan - 28 Ağustos 2010 Geçen hafta Beşiktaş ve Galatasaray’ın yenilgileri üzerine yeniden o bildik tartışma başladı. Yabancı teknik direktörler Türkiye’yi tanımıyor. Başarısız sonuçların faturası böylelikle “yabancı” hocalara kesilmiş oldu. Avrupa’nın beşinci büyük ligi olma iddiasındaki Spor Toto Süper Ligi’nin hala tanınmayı talep ediyor olmasındaki çelişki kimsenin dikkatini çekmiyor. Hem beşinci büyük olmayı hem de tanınmayı talep edenler, farkında olmadan ya ülkeye getirilen teknik adamların sadece 4 büyük ligi izleyebilme kapasitesine sahip olduklarını ya dördüncü ile beşinci arasındaki farkın ciddi bir uçurum olduğunu ya da Avrupa’nın sadece dört büyük ligden oluştuğunu, beşincisinin yalan olduğunu gizliden kabul etmiş oluyor. Her ligin kendi yerel farklılıklarının önemli olduğunu kabul etmekle birlikte futbolun doğrularının da hakkını teslim etmek gerekiyor. Beşiktaş-İBB Spor maçının başından sonuna ev sahibi takımın üstün bir maç çıkardığını söylemek yanlış olmaz. Bele...

Özür Dilemeyi Bilmek

Ahmet Orhan - 26.12.2009 Geçen hafta İstanbul müthiş bir eylemle çalkalandı. Aslında çalkalanması gerekirdi; ama bir iki plaza gazetesi iç sayfadan gördü ve geçildi bu eylem. Özü itibariyle 40 yaşlarında bir erkek, sevgilisinin kendisini terk etmesindeki hatalarını affettirmek için kendisini cezalandırarak Cevizlibağ Metrobüs durağında bir buçuk saat boyunca elinde “bir kadının onurunu kırdım, bütün kadınlardan özür dilerim” yazan bir pankart taşıdı. 40 yıl bekleyip bulduğu, görür görmez “işte bu” dediği bir aşkı kaybetmesinin nedenini şöyle açıklıyordu eylemci: “erkek öğretisi gereği sevgilimi sahiplendim ve olmayacak hatalar yaptım. O kadar yukarılara çıkardım ki onu benim yüzümden aşağılara düştü. Ve kadınlar o kadar onurlu ki düşerken hiçbir yerinden tutamazsınız. Tuttuğunuz yer elinizde kalıyor, kırılıp dökülüyor”. Bu açıklamayı okuduktan sonra tüylerim diken diken oldu. Bu eylemci arkadaşı kara kamunun gözünden dilinden esirgemek, saklayıp kollamak istedim. Bunca etkilendikten s...